7 Mart 2017 Salı

Felsefe Tarihi için Kurallar



(Bu yazı felsefe tarihi profesörü Peter Adamson'un Rules for History of Philosophy makalesinin Türkçe tercümesidir.)

Bir süre önce, bana göre iyi bir felsefe tarihi çalışmasının nasıl olacağını gösteren birkaç kural tavsiye etme fikri aklıma geldi. Sitedeki podcastlarda, bu kuralları ihlal etmediğimi bilakis örneklendirdiğimi ümit ediyorum. Tabii ki bunlar gerçekten “kurallar” değil, sadece benim sınırlı tecrübeme dayanan, en iyi çalışmanın nasıl olacağına dair tavsiyelerdir. Başka fikirler duymayı ve web sitesinde bunlar üzerinde tartışmayı çok isterim.

“Kurallar” birkaç yıl içinde tamamen düzensiz bir biçimde blogda yayınlanmıştır ve nihaî olarak 20’ye ulaşmış bulunuyorum. Artık tam liste burada tek bir yerde olduğu için, insanlar tüm blogu taramak zorunda kalmayacaklar.



1. Kural: Bir fikrin müstakil olarak bir defadan fazla karşımıza çıkması mümkündür


İki şahsiyetin/geleneğin aynı düşünceyi ortaya attığını görünce hemen aralarında tarihsel bir bağlantı kurmaya çalışmanın felsefe tarihinde yapılan yaygın bir yanlış olduğunu düşünüyorum. Mesela: Atomculuk ve tekçilik hem antik Yunan’da hem de klasik Hint düşüncesinde karşımıza çıkmaktadır. Yahut Gazali’nin ve Hume’un nedensellik tartışmaları. Tabii ki benzerlikler çarpıcıdır ve tarihsel bir bağlantı olabilir, lakin tek başına benzerlik bir bağlantı olduğunu göstermeye yetmez. Bu daha ziyade şu veya bu şekilde bir etkilenme olup olmadığı sorusunu akla getirir. Genellikle en basit izah şudur: Belli bir konu hakkında tefekkür eden insanların doğal olarak o konuda meyledecekleri görüşler de sınırlı sayıdadır (mesela, cisimler sonsuza kadar bölünür mü bölünmez mi - burada bölünmez diyen atomcudur).


2. Kural: Metne saygı gösterin


Bu kural, bazen “principle of charity” şeklinde adlandırılan ilkenin bir uyarlaması. Bu kuralın asgari şekli şudur: Şüphe etmek için hakkaniyetli sağlam sebeplerimiz yoksa okuduğumuz felsefî metinlerin bir anlamı olduğunu varsaymamız gerekir. Bu sadece meşhur seçkin düşünürler için değil onlar kadar parlak olmayanlar için de geçerlidir. Dünyayı sarsan mucitler olmasalar da genellikle yazdıklarının işe yaramaz şeyler olduğunu da söyleyemeyiz. Şunu da akılda tutmak gerekir ki yakın zamana (son asra) kadar hayatta kalıp size ulaşan herhangi bir metin hali hazırda sizden önceki okurların ayıklamasından geçmiş demektir. Dolayısıyla onların epey iyi olmaları ihtimal dâhilindedir. Bu fikri hesaba katmasak bile, en azından bana öyle görünüyor ki, işe yarar bir felsefe tarihi sadece tutarsızlıkları ve yanlışları aramayı içermez, daha ziyade metinden tutarlı ve ilgi çekici bir argüman silsilesi çıkarmak için kişinin elinden geleni yapmasını içerir. Kuşkusuz bu, tarihî şahsiyetlerin kendileri ile çelişmeyecekleri ve yanlış yapmayacakları vb. anlamına gelmez, ancak bizim yorumlarımız onlara böyle yanlışlar isnat etmekten kaçınma peşinde olmalıdır, elimizden geleni yapıp da aşikâr olan yanlışı gidermenin bir yolunu bulamamışsak başka.


3. Kural: Metinden şüphelenin


Podcastlarda sık sık vurguladığım gibi metinlerin uzun ve karmaşık bir aktarım tarihi vardır. Mesela Aristoteles’in bir eseri iki bin yıldan fazla bir süre önce ilk defa yazılmıştır; büyük olasılıkla bir müstensihe dikte ettirildiğini düşünecek olursak, ilk nüsha/nüshalarda bile yanlışlar olması ihtimal dışı değildir. Bize ulaşana kadar onun da defalarca elle kopya edilmiş olması gerekir ki yaşayan ilk nüsha da kopyanın kopyasının kopyasının kopyasıdır… ve yaşayan bu ilk nüshalar da Aristoteles’ten pek çok asır sonra Bizans döneminden kalmadır. Tabii ki yakın döneme ait eserlerin durumu böyle cesaret kırıcı değildir, ancak kesin olan şu ki matbaanın icadından önce üretilen herhangi bir şey el ile kopya edilmiştir ve ilk dönem matbu eserlerde bile uğraşılması gereken filolojik sorunlar vardır. Bu demektir ki, modern-öncesi bir felsefî metnin aslını gerçekten bilmek istiyorsanız, bu metnin, manayı kökten değiştirebilecek pek çok varyantının bulunduğundan haberdar olmanız gerekir. Müstensihler hatalar yaptılar, şerhleri asıl metne kattılar ve nüshalarında buldukları müşkilleri gidermek için kendi tashihlerini yaptılar (bu müstensihlerin aptal olmadıklarını da söyleyelim; tashihleri pekâlâ doğru olabilir!). Burada düpedüz tahrif etme ihtimalini hesaba katmıyoruz bile. İbni Sina’nın ağrıdan ölürken dahi dinmeyen cinsel iştahına dair müstehcen bir hikâyeye dikkat çektiğim podcast buna maruz kaldı. Bilahare, bunun, İbni Sina’nın öğrencilerinden birinin yazdığı bir İbni Sina biyografisine sonradan yapılmış düşmanca bir ekleme olduğunu ikna edici bir biçimde gösteren yeni bir makaleden haberdar oldum. (İlgili podcastın  yorumlarına bakınız.) Hülasa, felsefe tarihçilerinin mümkün olduğu ölçüde dilbilimci olması, metinlerin aktarımı üzerine çalışan âlimlerin çalışmalarını ciddiye alması hatta onlarla işbirliği yapması gerekir.


4. Kural: Bağlama saygı gösterin


Podcastları dinleyenler felsefenin içinde üretildiği geniş tarihî bağlama çokça vurgu yaptığımı bileceklerdir. Bunun ne kadar gerekli olduğu bir ölçüde aşikâr olmalı: Mesela Platon ve Aristoteles’in siyaset felsefesini o zamanın Atinasının siyasî durumu hakkında bilgi sahibi olmadan nasıl anlayabiliriz? Ya da İngiliz tarihini bilmeden Hobbes’u nasıl anlayabiliriz? Tarihsel bağlam daha çarpıcı şekillerde de anlamlı olabilir: Bu konuda en sevdiğim örnek âlemin kıdemine dair erken dönem İslamî tartışmalar ile o dönemdeki Kur’an’ın kadîm veya mahlûk olduğuna dair münakaşalar arasındaki paralelliktir. (Aslında podcastlar dâhil pek çok yerde bu mukayeseyi yapmama rağmen bu konuda benimle hemfikir olan biri var mı bilmiyorum ama yine de bunun doğru olduğunu düşünüyorum.)

Burada en az iki sıkıntımız olabilir. Birincisi, felsefe tarihi, felsefeden çok tarihin öne çıktığı bir şeye dönüşür. Bazen insanlar küçümseyerek “düşünce tarihi”nden bahsederler ki burada felsefî teoriler, başka tarihsel olayların sadece yansımaları olarak karşımıza çıkar. Ancak benim güçlü hissiyatım odur ki felsefe tarihi hem bir çeşit tarih hem de bir çeşit felsefedir. Tarihî bağlamı anlamak bize felsefî argümanları anlamada yardımcı olacaktır ancak bu argümanların içine girmek ve onları değerlendirmek yine felsefî bir teşebbüstür. 

İkincisi, bu kural felsefe tarihi yapmayı neredeyse imkânsız hale getirir. Gerçekten sadece tüm filozoflar konusunda değil de aynı zamanda siyasî olaylardan toplumsal koşullara ve ekonomik etkenlere vs. kadar onların içinde yaşadığı bütün bağlam konusunda uzman olmamız mı bekleniyor? Aslında cevabım evet. “Tamam, tarihî bağlamı yeterince öğrendim, bundan fazlası işime yaramaz” diyebileceğiniz bir nokta yok. İlke olarak, ne kadar iyi anlarsanız anlayın, bağlama çok dikkatli bakmak her zaman işe yarar. Sınırlarımızı, vaktimiz ve uzmanlığımız ölçüsünde yapabildiklerimiz belirler. Tavsiye ettiğim diğer kurallar gibi bu kural da pratik olarak ulaşılabilir olan bir ideal için ucu-açık bir gayret teşviğidir.


5. Kural: “Küçük” şahsiyetleri ciddiye alın


Sloganımız “boşluk bırakmadan” (without any gaps) olduğuna göre bu kural kimseye şaşırtıcı gelmeyecektir sanırım. Bu podcastlar ile vurgulamaya çalıştığım temel noktalardan biri, felsefe tarihini anlamak istiyorsanız, arada olan her şeyi bir kenara bırakarak, bir büyük düşünürden diğerine atlayamayacağınızdır. Kuşkusuz, ilk etapta hepimizi konunun içine çekenler meşhur isimlerdir: Platon’a maruz kalarak felsefe illetine yakalanan sadece ben değilim.  Bununla birlikte tüm yapmak istediğiniz şey meşhur şahsiyetleri anlamak ise onların da kendilerinden önce gelen veya kendileri ile çağdaş olan daha az meşhur şahsiyetlere cevap verdiklerini unutmamanız gerekir. Podcastlarda bunun pek çok örneğini gördük. Bundan başka, yine gördüğümüz üzere, bu güya “küçük” şahsiyetlerin bizzat kendileri de önemli katkılar yapmışlardır.

Bilim dünyasında önceden göz ardı edilen yazarlar düzenli olarak “keşfedilir” ve ilk sıraya taşınır. Mesela orta çağ felsefesi podcastlarında, önceden nispeten meçhul olan ama son dönem ikincil literatürde oldukça dikkat çeken John Buridan’ı inceliyoruz. Burada dikkate almak gereken diğer bir nokta “büyük filozof” deyince akla gelen şahsiyetlerin erkek olması. Dolayısıyla “küçük” şahsiyetleri göz ardı etmek felsefe tarihi boyunca kadın yazarların yapmış olduğu katkıları bir kenara bırakmak anlamına gelmektedir. Tarihsel olarak, kadınlara karşı tutum, onların erkek emsallerinden daha önemsiz olduklarının düşünülmesinin önünü açmıştır. Bazıları, mesela Wollstonecraft, şimdilerde büyük düşünür olarak ciddiye alınmakla beraber, kadın düşünürleri hak etmedikleri bu meçhullükten kurtarma konusunda daha yürüyeceğimiz çok yol var.

Bu söylediklerim, bir tarihçinin zamanının çoğunu Platon veya Descartes okumakla geçirmesinin yanlış olduğu anlamına gelmemektedir. Onlar karmaşık, derin ve değerli düşünürlerdir ki dikkatimizi hak etme konusunda neredeyse bitmez tükenmez görünürler. Ancak bir disiplin olarak felsefe tarihi eğer B takımına daha fazla eğilirse bundan kazançlı çıkacaktır.


6. Kural: Bazı tarihleri öğrenin


Bu açık bir kural gibi görünebilir ama gerçekten işe yaradığı için burada bahsediyorum. Podcastlarda söyleme fırsatı bulduğum üzere tarihler konusunda pek iyi bir zihnim yoktur, dolayısıyla önemli filozofların ölüm tarihleri gibi bazı muayyen tarihleri dönüm noktaları olarak unutmamaya çalışırım, böylelikle bir filozoftan önce mi sonra mı olduğunu bilerek bir filozofun ne zaman yaşadığına dair en azından iyi kötü bir fikir edinmiş olursunuz. (Hatırda tutması işe yarar bir tarih Sokrates’in ölüm tarihidir: MÖ 399, bu sayede geriye doğru Presokratiklerin ne zaman yaşadığını ve ileriye doğru da Platon ve Aristoteles’i bilirsiniz.) Filozofların eserlerinin bağlamını bilmeye yardımcı olması için felsefe ile ilgili olmayan başka bazı tarihleri öğrenmek de iyi fikirdir (4. Kurala bakınız).

Bu arada web sitemin üst menüsünde yer alan zaman çizelgelerini (Timelines sayfası) unutmayınız. Orada, bugüne kadar podcastlarda bahsettiğim filozofların tarihleri ve filozofun ele alındığı podcast bölümünün linki veriliyor.


7. Kural: [O konularla] neden ilgilendiklerini kendinize sorun


Bu ve müteakip birkaç kural anakronizmden kaçınmaya ilişkin olacaktır. Ne kadar bariz görünürse görünsün felsefe tarihinde anakronizmden kaçınmak şaşırtıcı bir biçimde zordur, bu yüzden konuyu birkaç parçaya bölerek ele alacağım. Birincisi, sanırım, sıklıkla gözden kaçırılıyor. Bizim merakımızı uyandıran felsefî meselelerin aynısının üzerinde çalıştığımız tarihî şahsiyetleri de harekete geçirdiğini düşünmek yerine, onların inceledikleri her bir konuyla neden ilgilendiklerini anlamamız gerekmektedir. Sebep çoğunlukla tarihsel bağlamdaki bir şey olacaktır (yine 4. kurala bakınız), selefin sahip olduğu bir görüş veya kendi felsefî sistemlerindeki başka bir şey gibi. Filozofları, belli bir argümana veya münakaşaya neyin ittiğini görmek o argümanı veya münakaşayı anlamamıza yardımcı olacaktır.

Bu konuda en sevdiğim örnek âlemin kıdemine ilişkin orta çağdaki tartışmalardır. Modern fizik bu tartışmayı anlamsız kıldığı için bütün tartışmayı yersiz bularak onu ortadan kaldırmanın cazibesine kapılabiliriz. Ama tartışmanın sebebini derinlemesine incelediğimizde (144, 161 ve 252. bölümlerde yapmaya çalıştığım gibi) âlemin kıdemi tartışmasının sadece kadimlik ile alakalı olmadığını görürüz. Bu Tanrının âlem ile ilişkisi hakkındadır ve daha soyut söyleyecek olursak zorunluluk ve nedensellik kavramlarının nasıl anlaşılacağı ile ilgilidir.


8. Kural: Metnin tamamını okuyun


Bunu söylemek zorunda kalmamam gerekirdi! Ama söylemeliyim, çünkü münferit paragrafları veya argümanları yahut iddiaları metinsel bağlamından çekip almak gerçekten oldukça yaygın. Belki de bunun en iyi örneği 205. bölümde bahsettiğim Anselm’in ontolojik argümanıdır: Argüman bir veya iki sayfaya sığmaktadır ve neredeyse her zaman yer aldığı eserin (Proslogion) tamamı incelenmeden tek başına okunur. Aslında bu argüman Tanrıyı idrak etmek için ortaya koyulan ayrıntılı bir çabanın sadece ilk adımıdır ve kitabın tamamını okumadan Anselm’in ne yapmaya çalıştığını doğru olarak anlamak imkansızdır. Bu uç bir örnek ama bana göre tipik bir örnek.

Kuşkusuz, eserin tamamını okumaya ihtiyaç hissettirmeyen iyi kötü tek başına ayakta duran metinler olabilir –mesela bazı filozoflar aforizmalar yazarlar. Ancak bu durumda bile, mesela Nietzsche’nin kısa metinlerinin veya aforizmalarının bir derlemesinin bir yapı veya bir tema gözetilmeksizin bir araya getirildiğini düşünmemeliyiz. Öte yandan insanların sık sık Platon’un diyaloglarını, kendi başlarına anlaşılmaları mümkünmüş gibi okumaları beni hayretlere düşürüyor –halbuki Platon’un her bir diyaloğun yapısı ve bütünlüğü için yoğun bir çaba sarfettiği de son derece aşikârdır. (Hatta Phaedrus’ta iyi bir konuşmanın organik bütünlüğünden bahseder.)

Şüphesiz, eserleri bir bütün olarak okumak her zaman kolay hatta mümkün değildir. Presokratiklerin ve erken dönem stoacılarınki gibi sadece parça parça muhafaza edilmiş metinler vardır. Benzer sorunlar orta çağa ait yazmalardaki anonim şerhler ve haşiyelerde de ortaya çıkmaktadır ki onlarda aynı şârih tarafından (varsa) başka hangi şeyin yazıldığından emin olamıyoruz. Ayrıca bütününü okumanın büyük bir iş olduğu hacimli eserler de vardır. Geriye kalan dokuz kitabı yakın gelecekte okunmayacaksa, Devlet’in sadece bir kitabını okumanın işe yaramayacağını söylemek mümkün değildir. Şu halde diğer kurallar gibi bu kural da hedeflenmesi gereken bir idealdir. Mümkün olduğu sürece metni eserin geri kalanı ışığında anlamaya çalışın, yani yazarın bir bütün olarak eserde ne yapmaya çalıştığını ve metnin belli bir bölümünün bütünde hangi rolü oynadığını dikkate alın.

Bu anakronizmden kaçınmanın tâlî bir yoludur. Eserin bütününde gözetilen amaçlar konusunda daha dikkatli olursak, bağlamından koparılmış bir paragraf üzerinden bir takım sonuçlara sıçrama ve bu paragrafa anakronik bir takım felsefî mülahazalar atfetme ihtimalimiz azalır.


9. Kural: Terminolojiyi öğrenin


Belki herkesçe malum olan ama yine de bahsetmeye değer bir başka kural. Bütün filozoflar değilse de pek çoğu kendi teknik veya yarı-teknik lügatini oluşturur (Bazen Platon gibi terminoloji oluşturma kaygısı gütmeyenler bile). Bir filozofu okurken hangi kelimenin teknik bir anlamı olduğunu ve ne anlama geldiğini bimeniz gerekir. Bunun, söz konusu terimlerin izini sürmek için birincil lisanı yeterince bilmeyi iktiza ettiği aşikârdır. (Aslında “birincil lisanı öğrenin” şeklinde daha genel bir kural belirlemeyi düşündüm ancak bunun cesaret kırıcı olabileceğinden endişe ediyorum: Lütfen Grekçe bilmeseniz de Platon okuyun! Grekçe bilmiyorsanız Platon okuyamazsınız demenin saçma olduğunu söylemeye gerek bile yok.)

Bu, anakronizmden kaçınma konusunda işe yarayan bir başka kuraldır. Terimlerin sadece filozofun kendi çağında kullanıldığı genel anlamı değil de filozofun onları kullandığı muayyen anlamı bilecek ölçüde bir filozofun dilini bilirsek, terimlerin anlamının ne olması gerektiği hususunda kendi varsayımlarmızı işin içine katma ihtimalimiz o kadar az olur. İlim adamlarının dikkat çektiği pek çok örnek vardır. Mesela, şârihler bugün kastettiğimiz anlamı vermek için yanlışlıkla belli bir kelimeyi seçiyorlardı ki aslında o kelime başka bir anlama geliyordu. İlk akla gelenlerden biri Aristoteles’teki “sebep” kelimesidir. Bu tip yanlışlardan korunmak için en iyi yol, kelime ile tam olarak ne kastedildiğini daha iyi anlamak için (filozofun eserlerindeki ve onun zamanında yazılan eserlerdeki) bağlamı da kullanarak, bir kelimenin kullanımının izini filozofun eserleri boyunca sürmektir.


10. Kural: Sessizlik kelimelerden daha yüksek sesli değildir


Felsefî bir metni okurken yapılacak en cezbedici şeylerden biri, okuduğunuz filozof, bahsetmesini beklediğiniz bir şeyden bahsetmemişse, filozofun onu bilerek atladığını varsaymaktır. Seleflere göndermeler, bastırılmış sözler, tarihî ve dinî bağlamda imalar vs. yoksa bu anlamlı bir sessizlikmiş gibi görünebilir. Kuşkusuz filozofun kasıtlı olarak bir şey söylemediği ihtimalini akılda tutmak her tarihçinin yöntemlerinden biri olması gerekir. Ama bu yöntem büyük bir dikkatle kullanılmalıdır. Bir filozoftan söylemesini beklediğimiz şey büyük ölçüde kendi ilgilerimizin ne olduğuna ve felsefî dünya görüşümüzün neye benzediğine bağlı olacaktır, bu yüzden bu kuralı ihlal etmek başka bir anakronizm sebebi olabilir. Aynı şey filozofun entelektüel ve tarihsel bağlamını (kaçınılmaz olarak kısmen) anlamamız konusunda da geçerlidir. Bir filozof son derece önemli olduğunu düşündüğümüz falan tarihî olaydan nasıl olur da bahsetmez diye düşünebiliriz… bunu bilerek zikretmemiş olmalı! En kötüsü, bu tip bir okuma kendi düşüncelerimizi metne hoyratça yansıtmamızın yolunu açar.

İlginç bir soru, sessizlikten bu şekilde bir çıkarım yapmadan önce tam olarak nasıl bir delile ihtiyacımızın olduğudur. Bazı noktaların kasıtlı olarak gizli tutulduğunu açıkça söyleyen bir filozof bu tür bir delil olabilir (Maimonides’in Klavuz’un meşhur mukaddimesinde yaptığı gibi). Fakat genel olarak düşüncem şu ki, insanların, filozofların öncelikleri ve düşünceleri üzerinde çalışırken, filozofların söylemediklerinden ziyade söyledikleri üzerinde hata yapması daha uygundur.


11. Kural: Eleştirel düşünün


Anakronizmden kaçınmak konusundaki bütün bu endişelerimden ötürü, tek kaygılandığım konunun “doğru metni edinmek” olduğu izlenimini edinmiş olmalısınız. Aslında bunun herhangi bir tarihsel kaynakla uğraşmanın ilk adımı olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte daha önceki bir yazımda söylediğim gibi felsefe tarihi bir nevi tarih olmakla beraber bir nevi felsefedir de! Felsefe sadece [filozofun] duruşunu yeniden inşa ederken devreye girmez (çünkü metindeki fikirleri anlamlandırmanız gerekir ki bu felsefî bir iştir), okuduğunuz ve sonunda bütün karmaşıklığı ile tarihsel bağlamında vs. anladığınız argümanları değerlendirirken de devreye girer.

İngiltere’de ders verirken çokça üzerinde durduğumuz bir şeyi çok severim (gördüğüm kadarıyla Almanya’da pek üzerinde durulmuyor): Felsefe tahsilinin en başından itibaren öğrencilerin yazılarında veya sınıftaki tartışmada bir metni sadece özetlemeleri veya takdim etmeleri gerekmiyor, onun hakkında ne düşündüklerini ve karşı-argümanların neler olabileceğini söylemeleri de gerekiyor. Şüphesiz bu genellikle öğrencilerden henüz tamamen anlamadıkları argümanları ve fikirleri eleştirel bir şekilde değerlendirmelerini istemek anlamına geliyordu fakat yine de iyi bir yaklaşımdı çünkü öğrencileri okudukları üzerinde eleştirel düşünme konusunda eğitiyordu.

Bunu yapmak için en bariz neden, belki de nihayetinde felsefî görüşlerden herhangi birinin doğru olup olmadığı ile alakadar olmamızdır! Fakat tek motivasyonunuz tarih olsa bile belli bir filozofun fikirleri üzerinde sık sık eleştirel düşünmeniz gerekecek çünkü sonraki filozofların (hatta aynı filozofun) belli yönlerden bu fikirleri neden reddettiklerini ya da geliştirdiklerini anlamanız gerekecek.


12. Kural: Hedef kitleyi hesaba katın


Bütün iyi yazarlar, öğretmenler ve konuşmacılar hitap ettikleri kitleyi akılda tutmayı bilirler; onların ilgisini çekecek şeyleri, merak edebilecekleri şeyleri, hâlihazırda bildikleri şeyleri ve öğrenmek istedikleri şeyleri düşünürler. Her filozofun iyi yazar, öğretmen ve konuşmacı olmadığı açıktır ve bazı felsefe metinleri belli bir kitleyi hesaba katmadan (hatta “kitlenin canı cehenneme” yaklaşımıyla) yazılmış gibidir. Bununla birlikte metinler genellikle en azından belli bir okuyucu fikri ile yazılır. Yorumlama yaparken bu önemli bir rehber olabilir. Mesela, bir filozofun, hedef kitlesinin önceden bilgi sahibi olduğunu kabul ettiği şeyleri ya da hedef kitlenin başka hangi metinlerden haberdar olduğunu bilmek çok önemlidir.  Muayyen bir örnek verecek olursak, antik çağdaki bir Yunan’ın zihninde Homeros ve Hesiodos’un veya orta çağdaki bir okuyucunun zihninde Kitabı Mukaddes’in yer aldığını söylesek abartmış olmayız. Tv şovlarını veya filmleri hatırlamamız için bir kelime veya cümlenin yetmesi gibi,  bir kelime veya belli belirsiz bir ima bile bu metinleri hatırlamaya yeter. Aynı şekilde, yazarın hedef kitleye yönelik argümanları nasıl şekillendirdiğini düşünürken, hedef kitlenin zihninde öncelikli teolojik endişelerin veya öncelikli siyasi endişelerin bulunabileceğini akılda tutmak faydalı olabilir: Böyle bir argüman teslis hakkında veya monarşinin meşruiyeti hakkında dolaylı olarak hangi imalarda bulunmaktadır?

Sonuç olarak felsefe tarihçisinin, metnin hedef kitlesinin kim olduğu konusunda ve bu hedef kitlenin okudukları, bildikleri ve düşündükleri konusunda mümkün olduğu ölçüde bilgi sahibi olması gerekir. Bunun genel olarak tarihsel bağlamı bilmekle irtibatlı olduğu aşikârdır, ancak bu daha muayyen ve daha zorlu bir iştir hatta bunun hakkını vermek imkânsızdır çünkü pek çok dönem için hedef kitlenin dünyasına tamamen girmeyi umudu pek yoktur. [Dolayısıyla] bu kural da hedeflenmesi gereken bir idealdir.


13. Kural: Metaforları ciddiye alın


Felsefe tarihi -Platon’un mağarasından Yeni-Platoncu “sudûr”a ve Rawls’un “bilgisizlik peçesi”ne kadar- mecazlar, temsiller ve teşbihlerle doludur. Genel olarak felsefî metinlerin, yapı, karakter yaratma ve dramatik kurgu gibi “edebî” özelliklerini ciddiye almak fikrinin en büyük destekçisiyim. Mecazlar özellikle ilginçtir çünkü mecazın tam olarak neye taalluk ettiğine karar vermek gerekir. Pek çok felsefî mecazın ayrıntılı bir şekilde tahkik ve tahlil edildiği açıktır. Platon’un mağarasının yeteri kadar ilgi çekmediğini kimse söyleyemez. Bununla birlikte üzerinde daha çok düşünülmesi gereken buna benzer pek çok mecaz olduğunu düşünüyorum. Mesela, fert (veya nefs); ev; şehir ve evreni birbirleri ile kıyaslama konusundaki eski yaygın temayüle dair yakın zamanda bir makale yazdım. Bu tip mecazların tam olarak neye taalluk ettiği ve filozofların düşünme biçimlerine nasıl bir etkisi olduğu üzerinde durmanın faydası ortaya çıkmıştır. Bir şehir veya toplum ile evreni karşılaştırmak filozofları monarşi lehine argüman sunmaya itiyor, çünkü evren filozoflara göre tek bir ilahî ilke ile yönetiliyor. (Yahut öbür taraftan, ilk etapta bu karşılaştırmayı siyasî önyargılarını haklılaştırmanın bir yolu olarak mı yapıyorlardı?) Bir de mecazın argümanda ne kadar ağırlığının olduğu meselesi var tabiî – Sadece retorik bakımdan güçlü bir mecaz ile donatıldığı için felsefî bir görüşün bizi ikna etmesi mi gerekiyor? Platon’un mağarasını ve Platon mecaz kullanmadan sadece “bana göre insanlar günlük yaşamda hakikat yerine hakikatin görüntülerine önem veriyorlar” demiş olsaydı onun etkisinin ne kadar az olacağını düşünün. Bu etki felsefî görüşü daha ikna edici kılmıyor mu… ya da kılıyor mu? Bu da metnin edebî özelliklerine dikkat çeken daha genel bir kural için sadece bir örnektir. Sizin de verebileceğiniz diğer örnekleri duymak ilgi çekici olacaktır.


14. Kural: Dini ciddiye alın


Tamam bu kural biraz tartışmalı olabilir. Ancak son zamanlarda, incelediğim neredeyse her metne dinin yedirilmiş olduğu orta çağ felsefesi üzerine bölümler yazdığımdan beridir bu, zihnimde daha çok yer ediyor. Metinleri yazarken, malzemeyi yanlış tanıtmadan veya işin dinî kısmına ilgi duyan dinleyicilerin keyfini kaçırmadan, malzemeyi, dini çok da önemsemeyen dinleyicilerin ilgisini çekecek şekilde nasıl sunarım diye çok düşünüyorum. Her halükarda felsefe tarihi çalışırken karşımıza çıkan figürlerin kahir ekseriyetinin dindar olduklarını unutmamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sadece orta çağ Latin Hristiyanları için değil antik dönemin putperest düşünürleri içinde geçerlidir. 1 ila 100. bölümlerde (yani eski Hristiyanlığa varmadan önce) ele aldığım insanların neredeyse tamamının dinibütün putperestler olduğunu varsayabiliriz ki bunların arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi meşhur isimler de vardır. Onlar o zamanın dininin kültürel olarak değişik bir yorumunu benimsemiş olabilirler ancak bir anlamda dindar idiler (yani ilahî varlıklara inanıyorlardı ve muhtemelen ibadet de ediyorlardı) ve bizim için daha da önemlisi eserlerinde dine yer verme ihtiyacı hissetmişlerdi. Dolayısıyla dinî meseleler (farklı ölçülerde ama neredeyse her zaman bir ölçüde) antik dönemden okuduğumuz felsefî eserlere yedirilmiş durumdadır ve bu muhtelif kültürlerin orta çağ dönemi ile erken modern dönem için de geçerlidir. Hint felsefesi bölümlerinde gördüğümüz üzere dinî meseleler burada da önemli bir rol oynamıştır. Günümüzde Avrupa ve ABD’deki çoğu uzman felsefeci, söyleyebileceğim kadarıyla, ateist gibi görünüyor, ancak daha önceki dönemlerde arada sırada ateist çıkmış olsa da (Hume en sevilen örnektir), bu çok yeni bir gelişmedir.

Bu tarihçi için ne ifade etmektedir? Birincisi, tarihsel bağlamın diğer yönleri gibi dinî bağlam hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. Burada şaşılacak bir şey yok. Ancak daha zorlu bir şey daha ifade etmektedir ki o da filozofun dinî inançlarına dair objektif ve açık fikirli bir tutum sergilememiz gerektiğidir. Felsefe tarihçisi olduğumuz ölçüde amacımız, eğer bir dinî inancımız varsa onun etkisi altında kalmak; eğer bir dinî inancımız yok ise inançsızlığımızı berkitmek adına büyük dinî otoriteler tarafından yapılmış hataları bulmak olmamalıdır. Tam tersine amacımız dinî görüşlerin felsefî görüşlerle nasıl bir etkileşim içine girdiğini ve onları nasıl etkilediğini anlamak olmalıdır –Merhamete ilişkin Augustinci fikirlerin özgür iradeye dair fikirleri  nasıl etkilediği gibi. Aslında daha da ileri gidip şunu söylemek isterim: Bir düşünürün dünya görüşünün hangi yönlerinin “felsefî” olana karşıt olmak bakımından “dinî” olduğu umurumuzda olmamalıdır. Çoğu zaman bu ayrım bulanık olur veya mevcut bile olmaz ve bu konuda kaygılanmak için bir sebep yoktur. Web sitesinde gördüğüm yorumlardan biliyorum ki bazı dinleyiciler felsefenin dinin antitezi olduğunu düşünüyorlar; [lakin] felsefî bir tutum olarak bugünlerde ne kadar muteber olursa olsun bu yaklaşım felsefe tarihi yapmak için iyi bir başlangıç noktası değildir.

Kuşkusuz bu, insanların inançlarının konuyla ilgisinin olmadığı anlamına gelmez.  Eğer bir ateist iseniz Tanrının varlığı lehine Anselm’in ontolojik argümanının yanlış taraflarını söylemeye hazır olsanız iyi olur, onu anlamak için elinizden geleni yapmış olmanız koşuluyla! Bu kurallar dizisinde daha önce ileri sürdüğüm üzere birinci ve zorlu adım okuduğunuz metni anlamaktır ve dini ciddiye almak bunun bir parçasıdır.


15. Kural: Neyin “felsefe” sayılacağına dair açık fikirli olun


Bu bir şekilde, bir önceki dini ciddiye almak kuralının genelleştirilmesidir. Başlangıç noktası olarak bu kural ile vurgulamak istediğim şey şu ki sıklıkla gözlemlediğim üzere sadece son birkaç asır gibi, çok yakın zamana kadar “felsefe” kelimesinin bugün dahil ettiğimizden çok daha fazlasını ihtiva ettiğidir. Aydınlanma döneminde bizim “bilim adamı” diyeceğimiz kişiler kendilerine “doğa felsefecisi” derlerdi. Şüphesiz bu sadece kelimenin manasının değiştiği anlamına da gelebilir. Ancak unutmamamız gerekir ki bizim artık “felsefî” olduğunu düşünmediğimiz araştırma konularını onlar “felsefe”nin bir parçası görüyorlardı. Bizim disiplinler arasına koyduğumuz sınırları koymamış oldukları için epistemoloji ve metafizik gibi konulardan astronomi, matematik ve tıp gibi konulara rahatlıkla geçebiliyorlardı. Podcastlarda tıp, astronomi ve astroloji gibi “bilimsel” ve hatta “bilimsel-görünümlü” (pseudo-scientific) konulara bu kadar çok dikkat çekmemin sebebi budur.

Mesele sadece bilim değil tabii… Tarihsel olarak felsefe ile din ve mistisizm arasındaki sınırlar oldukça bulanık olmuştur veya hiç olmamıştır. Tekrar teoloji konusuna girmeyeceğim, sadece İslam dünyası ile ilgili bölümlerde felsefenin “kelam” (sistematik teoloji) âlimleri tarafından yapıldığını gördüğümüzü söylemekle yetineyim. Ayrıca sufîler  ve hurufîlerde  de, felsefeden mistisizme veya mistisizmden felsefeye taşınan negatif teoloji ve nefs gibi konulara ilişkin fikirlerin karşılıklı etki ile yeniden tasarlanması gibi felsefî açıdan ilgi çekici bazı konuları gördük. Hatta fıkıh  gibi bir konuda bile mühim etik ve epistemolojik içerimler var.

O halde bu hikâyeden çıkaracağımız ders şudur: Tarihçiler dikkatlerini bizim anladığımız şekliyle “felsefî” olan metinler, şahsiyetler ve hareketler ile sınırlandırmamalıdır. Felsefî malzeme bulunduğu yer dolayısıyla felsefî değildir, bilakis, uzun lafın kısası, felsefî açıdan ilgi çekici olduğu için felsefîdir.


16. Kural: Metin hakkındaki metinlere itibar edin


Geleneksel olarak göz ardı edilmekten muzdarip olan bir felsefî yazı türü varsa o da şerhlerdir. Filhakika, felsefî metinler üzerine bir sürü metin vardır ve bunların arasında sadece şerhler değil haşiyeler, zeyiller ve telhisler de vardır. (Ben basitleştirmek için çoğunlukla “şerhler” diyeceğim ama aslında bütün türleri kastediyorum.) Hakkındaki önyargıların büyük oranda aşıldığı iyi bir örnek, Platon, Aristoteles ve geç antik dönemde yazılan diğer felsefî eserler üzerine yapılan devasa felsefî şerhler yığınıdır. Richard Sorabji’nin, benim de Londra’da birkaç yıl çalıştığım, Antik Şerhler Projesi  sayesinde bu şerhlerin çoğu günümüzde İngilizce olarak mevcuttur ve oldukça iyi bir biçimde felsefe tarihine entegre edilmiştir. Latin orta çağ felsefesinde ve İslam geleneğinde de pek çok şerh vardır. Aslında, İslam dünyasında felsefenin 12. asrı müteakiben sona erdiği şeklindeki yaygın efsanenin sebebi, felsefenin, her zaman ciddiye alınmama tehlikesi taşıyan şerhler ve haşiyeler formunda yazılmasıdır. (Bununla ilgili olarak Robert Wisnovsky ile mülakat yaptım.)

Bu metinleri ciddiye almamızı ve onları felsefe tarihine katmamızı gerektiren en az üç sebep vardır.  Birincisi, bunlar şerhettikleri metni aydınlatma görevini hala yerine getirebilmektedirler. Afrodisyaslı İskender sadece başlı başına fevkalade bir filozof değildi aynı zamanda Aristoteles’in eserlerine dair derinlemesine bilgisi vardı, artı anadili antik Yunanca idi! Bu nedenle o, asıl metindeki felsefî ve metinsel problemleri anlamak için faydalı bir rehberdir. Tabii ki bu, onun tüm yorumlarında doğru olduğu anlamına gelmiyor fakat oldukça iyidir ve her zaman müracaat etmeye değerdir. Kabul etmek gerekir ki her şârih bu standarda ulaşmamaktadır; Aristoteles’in derin ve dikkat çekici bir şârihi olarak belki sadece İbni Rüşd  onunla yarışabilir. Çıplak gerçek şudur ki bir şerhin günümüze kadar ulaşmış olması onun pek çok nesil tarafından faydalı bulunduğunu gösterir.

İkincisi, şârihlerin kendileri de filozoftur ve şerhederken dikkat çekici ve özgün şeyler söylerler. Bu bazen şerhin dışına çıkma şeklinde olur ama bir paragrafın şerhinin tam ortasında da çok ilginç şeylerle karşılaşabilirsiniz. Bir Platoncunun Aristoteles’i şerhetmesi gibi, şârihin genellikle yaratıcılığının ortaya çıktığı yer tam olarak asıl metinde zorlandığı yerdir ve yaratıcılık, asıl metinde kullanılanlardan azıcık farklı ama mânidar bir kelime kullanmak gibi mahirâne şekillerde kendisini gösterebilir.

Üçüncüsü, şerh faaliyetinin kendisi felsefî bir faaliyettir. Eski şârihlerin yaptığı şey bugün bizim felsefî metinleri okurken yaptığımızın şeyin aşağı yukarı aynısıdır: Metinleri anlamlandırmak ve onlardaki doğruları bulmak. Bir şârihin bir metinde kullandığı yöntemler ve varsayımlar bizim çalışmamız için de aydınlatıcı olabilir. Mesela onlar da asıl metni doğru bir şekilde veya en azından tutarlı ya da makul bir biçimde tespit etme imkanı veren okumalar denemek suretiyle  “principle of charity” kullandılar mı ve eğer kullandılarsa nasıl kullandılar? Şu ana kadar farketmiş olmalısınız ki ben felsefe tarihi yapmanın bizatihî felsefî bir faaliyet olduğuna ciddi bir biçimde inanıyorum ve bunun en güzel örneği de erken dönemlere ait metinler üzerine metinlerdir.


17. Kural: İkincil literatüre değil birincil metinlere odaklanın


Öğrencilerime sık sık şunu söylerim “ikincil literatürden bir parça okumadan önce birincil metni bir kez daha okumanızı tercih ederim.” Bunu yapmaktaki amacım öğrencileri tarihsel bir kaynak hakkında akademisyenlerin yazmış oldukları şeyleri kopyalamak yerine o kaynağa ilişkin kendi izlenimlerini ve tahlilllerini oluşturmaya teşvik etmektir. Bu ikincil literatürün faydasız olduğu anlamına gelmez. Benim de ikincil literatür ürettiğimi düşünecek olursak bunu söylemek zaten iki yüzlülük olurdu! Bununla birlikte ondan nasıl faydalanacağımız hakkında ve birincil kaynağı okumak ile ikincil literatürden faydalanmak arasındaki denge hakkında iyi düşünmemiz gerekmektedir. Birincil metne odaklanmak ve ikincil literatüre döndüğümüzde ondan ne alacağımız hakkında net bir fikir sahibi olmak bana göre işin başındaki öğrenciden profesyonel felsefe tarihçisine kadar herkes için iyi bir genel kaide olur. İkincil literatürün tartışmasız bazı faydaları vardır, mesela:

- Birincil kaynak için tarihsel bağlamı, yani yazarın cevap yazdığı diğer metinleri anlamaya yardımcı olabilir ki genellikle bu metinleri birincil kaynaktan çıkarmayı başaramazsınız (diğer eserlerdeki paralellikleri ve kaynakları gösteren neşir notları da kuşkusuz bizatihî ikincil müdahaledir ve birincil metnin bir parçası değildir).

- Eğer birincil metin hakkında yeni bir araştırma ortaya koymak istiyorsanız önceden neler söylendiğini bilmeniz gerektiği aşikârdır. Böylece Amerika’yı yeniden keşfetmiş olmazsınız.

- Bu podcastlar ve onlara dayanan kitaplar gibi genel ikincil eserler, üzerinde daha dikkatle çalışmak isteyebileceğiniz birincil metinlerin neye dair olduğu hakkında genel bir fikir verebilir. Daha önce kullandığım bir mecazı kullanmak gerekirse, podcastlar seyahat rehberine benzer, size hangi şehirleri ve tarihi yerleri ziyaret etmek isteyebileceğinizi söyler; ancak siz sadece rehberi okumakla yetinmemelisiniz, gidip bizzat o yeri ziyaret etmeniz gerekir.

Birincil metni, ikincil literatür yardımcılığı ile anlamaya çalışırken, sizin farketmediğiniz ayrımlar ve gözlemler yapması yanıltıcı olabilir. Kuşkusuz bu da faydalıdır; hatta felsefe tarihinde yayınlanmış akademik çalışmaları okumanın anlamı budur. Ancak bu pek yanıltıcıdır çünkü bu çalışmaları okumakla birincil metni “çıplak gözle” okuyamama ve sadece daha önce başkalarının zaten bulduğu sorunları veya çözümleri görme tehlikesi ile başbaşa kalırsınız. Öğrencilere yaptığım tavsiyenin anlamı da budur: Şüphe durumunda, önce kendi kararınızı verin, sonra metinden sizin anladığınız ile diğerlerinin anladıkları şeyleri karşılaştırın.


18. Kural: Özcülük yapmayın


Podcast için Hint felsefesi hakkında okuma yaparken, özellikle ikincil literatürde karşılaşacağınız “Hindu dünya görüşünün özünde benlik fikri vardır” ya da “şiddetsizlik Hindu kültürünün insancıl boyutunda derin bir şekilde kök salmıştır” türünden iddialar beni çok şaşırtmıştı. Hem Hindu hem de Hindu olmayan akademisyenler tarafından yapılan bu tür iddialar genellikle bir taltif anlamına gelir. Ancak bana göre bunlar indirgemecidir ve açık sözlü olmak gerekirse absürttür. Bir keresinde, ki bu yeni kuralı yazmamın esin kaynağıdır, bir yazar “şiddetsizlik (ahimsa)  Hindu dünya görüşünün özüdür” demişti. Buna göre Hindu tarihinde 20. asrın ortasında gerçekleşen olağanüstü ve trajik şiddet, Hinduların gerçek doğasının bir şekilde çiğnenmesi ve bozulması anlamına geliyordu! Böyle bir teoriye karşı delil getirmek de mümkün görünmemektedir. Bu özcülük başka kültürler konusunda da karşımıza çıkar. İslam’ın “barış dini” “hoşgörüsüz” veya “hoşgörülü” olduğuna dair laflarla sık sık karşılaşırım, sadece daha eski eserlerde bu olmaz.

Hakikat şu ki, dinî kültürler de dâhil olmak üzere, kültürler karmaşıktır, içsel bütünlükleri yoktur ve uzun sürede oluşurlar. Dolayısıyla onları, bir kültürün tüm üyelerine veya bir dinin tüm mensuplarına kazandırdıkları özsel bir karakterleri varmış gibi görmemeli,  tarihsel bir vakıa olarak görmeliyiz.

Bu vurguyu dinlerden ziyade kültürler ve coğrafî bölgeler hakkında yapmak daha kolaydır. Hindistan nüfusunun belli bir felsefî görüşe veya Upanişadlar zamanından bugüne kadar gelmiş ahlakî bir ilkeye topluca bağlılık veya eğilim gösterdiklerini düşünmek besbelli gülünçtür. İtalyanlar duygusaldır, Almanlar disiplini sever, Hindular benlikten güya çok etkilenirler ve şiddetsizlik onların inancıdır gibi klişeler pusuya yatmış beklemektedir.

Din konusunda işler daha da karışıktır. Gerçekten Müslüman olan birinin Kur’an ve hadisin doğru veya yanlış yorumları olduğu fikrinden hareketle İslam’ın “gerçekten özünün” ne olduğuna dair söz söyleme hakkının olduğunu kabul etmem gerektiğini düşünüyorum. Ancak Müslüman olmayan için veya kendi kabiliyeti ölçüsünde bir tarihçi olarak yazan Müslüman bir felsefe tarihçisi için aynı şekilde düşünmek için bir sebep göremiyorum. Bilakis soru şu olmalı “falanca devirde Müslüman olanlar dinleri hakkında neye inanıyorlardı?” İslam dünyası ile ilgili podcast bölümlerine göz atmış olanlar bu sorunun cevabının anlattığım düşünürlerin sayısı kadar çeşitli olduğunu, anlatmadıklarım hakkında da bir şey söylememek gerektiğini bilirler.

Bu mesele felsefe tarihi için bilhassa önemlidir çünkü özellikle batı-dışı denen belli felsefî geleneklerin daha “manevî”, daha “determinist” gibi ayıt edici, özsel bir karakteri olacağına dair umumî bir beklenti vardır. Bu kötü bir yaklaşımdır. Bir gelenekten neşet eden tüm düşüncelere damgasını vuran bir tür sabit bir karakteri ortaya çıkarmaktan ziyade, mühim bir tarihî menzili olan bir gelenek içindeki gerilimleri ve ihtilafları ortaya çıkarmak bizim için daha büyük bir olasılıktır. Bir kültür içinde sık sık tekrar eden fikirlerin o kültürün “fıtratından” kaynaklandığını düşünmek tembelliktir ve daha dikkat çekici şu soruyu sormaktan kaçınmanın bir yoludur: Bu fikirlerin hâkim olmasının altında yatan tarihsel ve entelektüel nedenler nelerdir?


19. Kural: Jargona dikkat edin


Bana göre bu kural, beşerî bilimler alanındaki tüm yazılar için ama özellikle felsefeciler ve felsefe tarihçileri için iyi tavsiyedir. Analitik olsun, kıtasal olsun, kendi içinde tartışmalı bir terminoloji kullanan çağdaş felsefe, sinir bozucu terimlerle ve mantığı kısaltmalar ve numaralı önermelerle sembolleştirme gibi teknik araçlarla doludur.  Tabii ki bunun bir anlamı vardır: Felsefe, başka şeyler yanında, kesinlik ve netlik hakkındadır ve biçimsel diller ve jargon pekâlâ kesin olabilir. Ancak analitik filozoflar, aynı şeyi normal bir dille oldukça kolay söylemek mümkünken teknik semboller kullanarak veya okuyucuların bir sürü numaralı önermenin neyi ifade ettiğini akıllarında tutmalarını bekleyerek okuyucular için işi gereksiz yere çoğunlukla zorlaştırırlar. (Geçenlerde podcast için içinde bir sürü numaralı önerme olan bir kitap okudum. Bütün önermeleri listelemek için kitabın sonunda birkaç sayfalık uzun bir ek vardı. Okuyucunun eke bakmak için ikide bir sayfa çevirmesi gerekiyordu.) “Kıta” felsefesine gelecek olursak, düzmece makalelerin hakeme gönderilmek üzere kabul edilmesi skandalı, durumu anlatıyor aslında. Yeni bir terminoloji, kısaltma ya da felsefî bir iddiaya P veya 4* şeklinde göndermede bulunduğunuz bir etiket getirdiğiniz her defasında okuyucunun sizinle irtibat kurmasını zorlaştırırsınız ve bu araçlar yığını metninizi okunamaz hale getirir. Şüphesiz bunları kullanmakta çoğu kez haklısınızdır ve genel okuyucu için anlaşılmaz olan bir şey uzman okuyucu için çoğunlukla açık olur. Ancak kural şu olmalı: okuyucuya yükleyeceğiniz külfete değmeyecekse formülleştirmeyin ve jargon kullanmayın.

Bu konu iki nedenden ötürü özellikle felsefe tarihiyle alakalıdır. Bir tanesi, çağdaş teknik araçlar ve jargon kullanmanın anakronizm riskine yol açmasıdır. Artık anakronizm konusunda neler hissettiğimi biliyorsunuz. En sevdiğim örnek “ters E” veya varlık niceleyicisi denilen Ǝ’dir, mesela “Ǝx” “x vardır” şeklinde okunabilir. Antik felsefe üzerine yazılmış eserlerde bu sembolün kullanıldığı örnekleri rahatlıkla bulabilirsiniz. Tabii ki bu sembol o zamanlar kullanılmıyordu ama sorun bu değil. Sorun şu ki, antik düşünürlerin bu niceleyiciyi kullanmalarına karşılık gelecek, x yerine koyulabilecek bir varlık fikrine sahip olup olmadıkları çok tartışılabilecek bir konudur. Ben sahip olmadıkları düşüncesindeyim. Ǝx önermesindeki x’in; Tanrı’nın, yaratılmış bir cevherin veya yaratılmış bir arazın her birinin yerine koyulması söz konusu olabileceği için, hepsinin “var olmak” veya “olmak” anlamında aynı olduğu konusunda ısrar etmeniz durumunda Aquinas’ın ne diyeceğini bir düşünün. Aynı şekilde, çağdaş felsefenin jargonundan kısmen kullanmak daha önceki düşünürlerin bu jargonun arkasındaki varsayımlardan veya kavramlardan mahrum oldukları gerçeğini örtbas edebilir. Bu asla yapılamaz demiyorum ki aslında ben de mesela Stoacılar  için “uyumcu (compatibilist)” veya “fizikselci (phsycalist)” gibi terimler kullanmayı çok isterim. Ancak bu terimlerin ne anlama geldiği ve kullanmanın doğru olup olmadığı konusunda kafanızın çok net olması gerekmektedir.

İkinci sebep, tarihsel metinlerin kendi jargonlarının olmasıdır (9. Kurala bakınız). Bir dönemdeki terimi bir başka dönem için kullanmadığınız sürece bu terimleri kullanmak tabii ki anakronizme yol açmaz. Ancak okuyucunun anlamasının önünde bir engeldir. Aristoteles hakkında yazan kişiler tercüme etmeden Grekçe kullanınca veya İbni Sina hakkında yazan kişiler tercüme etmeden Arapça kullanınca gıcık oluyorum. Böyle yapmak, yazının başına “eğer bu dilleri okuyamıyorsanız, sizinle konuşmak istemiyorum” uyarısı koymak gibi bir şey. Açıklama yapmadan teknik tabirler kullanmak, mesela orta çağ felsefesinden bahsederken “supposit” kelimesini izah etmeden   kullanmak da aynı şey. Tabii ki burada da kuralımız mutlak değil. Okuyucuların orijinal dili bilmeleri gerektiğini farzederek orijinal terminoloji üzerine ayrıntılı bir değerlendirme yazıyor olabilirsiniz. Yahut sadece orta çağ düşüncesinde uzman olanlar için yazma amacını taşıyor olabilirsiniz ki zaten bildikleri şeyleri onlara tekrar söylemeniz canlarını sıkacaktır.


20. Kural: İşler her zaman düşündüğünüzden daha karmaşıktır


Bu son kural için, kesinlikle iyi bir fikir olan “biraz coğrafya öğrenin” gibi ya da farklı kültürlerin felsefelerini veya etik yanında epistemolojiyle ilgilenmek şeklinde farklı felsefe dallarını keşfetmeye insanları teşvik etmek gibi muhtelif seçenekler düşündüm. Ancak neticede kapanış için en uygun tavsiyenin bu olacağına karar verdim: “İşler her zaman düşündüğünüzden daha karmaşıktır.” Bu bir bakıma benim “kurallarımın” ana mesajını da özetliyor. Salt tarih gibi felsefe tarihi de çok karmaşıktır ve fikirlerin nasıl ve niçin geliştiğini gerçekten anlamak istiyorsanız öğrenmek isteyebileceğiniz şeylerin veya öğrenmeye ihtiyaç duyabileceğiniz şeylerin tam bir sınırı yoktur. Tarihsel metinlerin bağlamını veya az bilinen yazarların rolünü keşfetmeyi tavsiye etmemin sebebi budur.

Bu son tavsiyeyi felsefe tarihçisinin ana faaliyeti olan felsefî metinleri okumak konusunda yapıyorum. Yıllar boyunca pek çok felsefe okuma grubuna iştirak etmekten öğrendiğim bir şey şudur: İyi bir felsefî metin, onu daha yakından ve daha uzun süreyle okumanız durumunda size yeni anlayışlar kazandıracaktır. Kuşkusuz pratik nedenlerden ötürü, Platon veya Kant trafından yazılmış olsa bile aynı sayfayı tekrar tekrar okuyamazsınız. Ancak “tamam, bu metinde temel olarak ne demek istendiğini anladım” veya “bu yazarın bu konuda ne düşündüğünü zaten biliyorum” düşüncesine kapılmamak ve hemen okumaya devam etmek gerekir. Yavaş okuma ve tekrar tekrar okuma çok önemlidir. Sona doğru okuduğunuz metnin düşündüğünüzden daha karmaşık olduğunu kendinize hatırlatmak faydalı olacaktır. Sadece onu tam olarak henüz çözmediğinizi farzedin. Her metin tabii ki bu itinayı hak etmez; hatta Platon’un bile bu kadar zengin olmayan bazı metinleri olabilir (ama ben henüz bulamadım). Ancak bir bütün olarak felsefe tarihinde, herhangi bir metin için, her zaman keşfedecek daha çok şey olduğunu düşünmenin kimseye bir zararı yoktur.